12 Temmuz 2016 Salı

YAYLA EVİ




      Bu sabah diğer sabahlardan daha aydınlıktı. Yıllardır çalışmaktan bir türlü gelmeye fırsat bulamadığım köyüme gelmenin aydınlığıydı bu. Burada gökyüzü daha mavi,  dağlar daha yeşil, sular daha berrak. Geceleyin gökyüzü daha büyüleyici… Sabah mahmurluğuyla gözlerimi açtığımda kuş sesleriyle başlamıştı bu coşku. Yollardan çocuklar kaybolsa da şu oturduğum sedir, karşımdaki ceviz ağacı, duvardaki kırık saban, köşedeki keser, damdaki tırpan yıllara meydan okurcasına yerli yerinde duruyordu. Yıllardır en büyük hayalim bir ilkbaharda yaylaya gitmekti.
      Kahvaltıdan sonra Ramazan’la yola çıkmak için arabanın yanına geldiğimizde Bekir arka koltuğa kurulmuş her halinden bizi beklediği belliydi. Kara gözleri yanık teninde ışıldayarak gülümsüyordu.  Hemen yola çıktık. Önümüzde kıvrılan toprak yol, bir süre sonra bizi Aşşakıdam yaylasına ulaştıracak olmanın heyecanıyla arkamızda tozu dumana katıyordu. İlerledikçe yol kenarlarını mesken tutan ceviz ağaçları arasından yol boyunca bizi yalnız bırakmayacak olan derenin şırıltısı yükseliyordu. Bir tarafta dik kayalıklar, diğer tarafta bizi takip eden çamlar … Toros dağlarının eteklerinde, çam havasını hissederek, masmavi gökyüzünün altında virajları döndükçe karşımıza çıkan renk cümbüşü, çiçek kokuları insanı mest ediyordu. Ara sıra yol kenarlarında beliriveren tahta oluklar sularını tahta teknelerine zoraki boşaltır gibiydi. Yayla evimizin ne halde olduğunu çok merak ediyordum. Kireç ocağı denilen virajı döndükten sonra yamacın tepesindeki evimiz göründü. Kocaman bir kavağın dibinde arabadan indiğimizde ayaklarımızı saran yabani otlar hoş geldiniz der gibiydi. Biran önce eve çıkmak için can atıyordum. 

    Etrafımızda gülümseyen papatyalar, utancından kızaran gelincikler, ardıç diplerinde boyun büken menekşeler, kokularını dağıtan sümbüller buraya gelişimize bayram eder gibiydi. Bekir hemen tırmanıverdi yamaçları. Ben zoraki çıkarken kardeşim aşağıdan gülümsüyordu. Eve çok az kalmıştı ama nefes nefese bir taşın üzerine oturdum. Biraz dinlenmeden adım atacak halim kalmamıştı. İçimdeki heyecan yorgunluktan mı yoksa uzun süredir görmediğim yayla evimize yolculuktan mı anlayamadım. Son bir gayretle papatyalar arasından sıyrılarak harmanın kenarına geldiğimde kardeşim bahçedeki işlerini yapmaya başlamış Bekir de ona yardım ediyordu.Harmana oturup papatyalardan yaptığım tacı başıma takarak engin gökyüzünün altında huzurun havasını çektim içime!...

      Yayla evimizin duvarlarındaki dökülmüş sıvalar yılların geçtiğini hatırlatıyordu. Çocukluğumun geçtiği bu ev içimde kocaman bir abide gibiydi. Evimizin yan tarafındaki küçük derme çatma yerde de arkadaşım Miyase’nin sesi çınlıyordu. Harmanın yan tarafında suyunu hoplatarak yosun tutmuş tekneden sıçratan çeşme homurdanıyordu. Baharın bütün coşkusu yaylalarda bir başka olurdu. Koyun sesi, kuzu sesi, oğlak sesi,  horoz sesi, inek, eşek sesleri yeşeren otlar üzerini titretirken çocukların engin maviliklerde oyun çığlıkları yükselirdi. Şimdi etraftaki bu sessizlik, bu yalnızlık insanı bir hoş ediyor. Yayla coşkusunu bağrında saklayan evimiz belki de bunları unutturmamak için hala dimdik ayaktaydı. Etrafımda bizim eve yoldaşlık eden birkaç ev kalmıştı. Evimizin iki yanındaki çardaklardan biri sökülmüştü. Ahhh! Bu çardaklar, nelere tanıklık etti kim bilir?  Benim saklambaç oynarken sığınağımdı. Güneş ışınlarını toplamaya başladığı zaman saklambaç oynamak için harmanda buluşurduk. Evin önündeki tahtaları sökülen çardağın yanına geldiğimde saklambaç oynarken indiğim yere dikildim. O kadar yüksekten aşağıya elin zorla tutacağı birkaç çıkıntıdan tutarak nasıl indiğime hayret ediyorum. Şimdi imkansız gibi görünüyor. Evin önünden geçerek çardaktan inip bahçeyi dolaştıktan sonra koştura koştura ebeyi sobelemenin zevkini hala hissediyorum. Bahçeye doğru yamulan duvarda hala ayak izlerim var. Diğer taraftaki çardak hala kullanılıyordu. Yanına gelip tahta kapısını araladığımda içinde kurutulmuş otlar duruyordu ama saklambaç oynayan çocukların otların arasından ebenin ayak seslerini takip eden gözleri yoktu.  Çardağın tavanındaki tahtalara sıkışan çelliyi yavaşça çekerek elime aldım. Yılları içine hapseder gibi çardağın kapısını kapattım.
      Hemen bazı yerleri aşınmış olan tahta merdivenden dama çıktım.  Etrafımdaki her yer ayaklarımın altındaydı. Bahçemizdeki ağaçlar çiçeklerle bezenmiş dağların yeşiline kafa tutuyordu. Başımı kaldırdığımda elimi uzatsam bulutlara dokunabilirdim. Ruhumun derinliklerinde kabaran mutluluk gözlerimden yayılıyordu dört bir yana. Tam harmanın üzerindeki köşeye oturdum. Elimle damın üzerinde biten otlardan yılları avuçlar gibi avuçladım.  Babam ekinleri harmana yığın yapar düvenle sürerek buğdayını çıkarırdı.  Yıllar hiç geçmemiş gibi babamın sesini duyar gibi oldum. Birden  çelli oyunundaki  sesler   yankılandı!. Kulağımın dibinden vıvır vızır çelliler geçiyor, Miyase’nin : “ Çalıları kaldırın!” Sesleri karşı kayalıklardan yankılanıyordu.  Ayşe çellisini çok uzaklara attığı için oyunu almış değneğiyle sayı saydırmaya başlamıştı bile. Nedense birden elimdeki çelliyi öyle bir sıkmışım ki çelliye yanlış vurduğumuzda ellerimizde hissettiğimiz acıyı hissettim. Sanki hala harmanda koşuşturan minik sarı saçlı kız olmak istiyordum.
      “Hala” sesiyle irkildim. Bekir çeşmenin hortumunu eline almış dama doğrultmuş suyu açarken sinsice gülüyordu. Fışkıran su damlacıkları üzerime doğru sıçramaya başlayınca yerimden fırladım. Birazcık ıslansam da Bekir’in gülümseyişi içimi ısıttı. Hortumu bırakarak çocukluğun getirdiği çeviklikle bir çırpıda yanıma çıktı. Bekir’le beraber damın kenarına oturduk. “Elinde ne var?” dedi. “Çelli” dedim. Harmanda oynadığımız oyunlardan ona anlatmaya başladım. Mallik, arastı, kovalamaç, çelli…Bekir’in anlattıklarımla ilgilenmediğini bir çırpıda harmana inmesinden anladım. Çimler üzerinde elinde bir sopayla koşturmaya başladı. “Büyük bir  daire çiz “ diye seslendim. Elindeki sopayla sertçe yere dokunarak hızla döndü. “Oldu mu?” dedi. “Ortasına büyük bir taş koy” dedim. Harmanın kenarından iki büklüm olarak aldığı taşı getirdi. Elimdeki çelliyi ona atıp” bunu havaya atıp öyle bir vur ki fırlayıp gitsin” dedim.  Kömür gözleriyle bana bakıp çelliyi havalandırarak öyle bir vurdu ki yukarıdaki taşların arasından yükselen sesi yıllar öncesinden geliyor gibiydi.
      “Hala biraz dolaşalım mı?”  dedi. Dağların bağrına doğru gezinmek çok iyi olurdu. Merdivenden zoraki indim. Çeşmenin başında avuç avuç su içerken ruhumun titrediğini hissettim. Arkamıza kayalıkları alıp yürümeye başladığımızda sevinç dalgaları çocukluğumda yediğim otlara takılıyordu. Kenger, çüşdede ,çiğdem, topalan… Tepeyi aşınca kış boyunca kızaklarla kaydığımız bayıra geldik. Kızaklara binip ayaklarımızı havalandırınca uçarcasına dereye inerdik. Deredeki buzlar kırılırsa vay halimize…  
      Dağ bayır epeyce dolaştıktan sonra eve döndüğümüzde Ramazan harmanda çayı demlemiş bizi bekliyordu. Taşın dibindeki korların üzerinden burnuma gelen kokular içimi yakıyordu. Ramazan eline aldığı bir mantarın suyunu akıtarak: “ Sıcak sıcak” diye eliyle “gelin” işareti yaptı. İlk önce mantarların suyunu akıtarak yedik. Bu nasıl bir tat anlatamam. Sonra yufka ekmeğin arasına haşlanmış yumurta ve kuru soğanı koyarak fokurdayan semaverden bir de çay doldurduk.  Güneş tepemize doğru gelmeye başlamıştı. Artık gitme vaktiydi.

      Zıplayarak arabanın yanına inerken papatyalar arasından üfleyince  pamukçukları saçılan çiçeği alıp üfleyerek bütün pamukçuklarını savurdum etrafa. Bir başka baharda buralarda duyulan ayak seslerine eşlik etsinler istiyordum. Arabamız hareket ederken bir bahar sabahında yaylada olmanın hayalini gerçekleştirmenin dinginliğiyle dünya benim olmuş gibi olsa da içten içe bir burukluk vardı içimde.  Nal seslerinin yerini alan arabamızın  homurtuları arasında yavaş yavaş yamaçtaki evimiz kaybolurken gözlerim kısıldı. Arkamızda kalan yayla evimiz miydi, çocukluğum muydu, yayla kültürü müydü?  Başımdaki dinginlik içimdeki burukluğu bastırmaya yetecek miydi? Kim bilir… 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder