2 Temmuz 2017 Pazar

ŞELALE


İşte otobüsteyim. Pencereden etrafı izliyorum. Artık hava kararmış yol kenarındaki bütün lambalar yanıyor. Neredeyse şehri çıkmak üzereyiz. Biraz sonra buraları tamamen terk edeceğiz. Arkadaşım Feride'nin davetini kıramayıp atladım otobüse ve 12 saat sürecek bir yolculuğun nasıl biteceğini kara kara düşünüyorum. Belki hiç bilmediğim bir yere gitmenin verdiği heyecan, belki uzun süredir görmediğim arkadaşımı göreceğim için duyduğum heyecan bilemiyorum işte içim bir tuaf. Nasıl sabah olacak bilmiyorum. Galiba sabahın altısında orada olacakmışız. Uyuyabileceğimi zannetmiyorum. İşte şehri çıkıyoruz. Hostesin bilmem ne karayoluna çıkmak üzereyiz herkese iyi yolculuklar dileriz sesi otobüsün içinde yankılanıyor. Hava aydınlandığında gideceğim yere varacağım.
          Saatler yarı uykulu yarı uyanık bir halde geçiyor. Yollar bitiyor. Hostesin Alanya'ya geldik sözüyle yarı uykulu bir halde gözlerimi dışarıya çevirdiğimde gerçekten çok uzun olan yolculuğun artık yavaş yavaş biteceğini anladım. Gözlerimi dışarıya çevirdiğimde daha önce hayatımda hiç görmediğim muhteşem bir manzarayla karşılaştım. Göz alabildiğine gördüğüm tek şey denizdi. Hava iyice aydınlanmış seherin buğusunu üzerinde taşıyordu. Otobüsün gittiği yol denizin kenarındaydı.  Göz alabildiğine sahil şeridi. Demek ki insanlar uykuda. Berrak bir havada sabahın buğusuyla Manavgat’a doğru ilerliyorduk. Çok uzun sürmedi ineceğim yere gelmek. Sabahın erken saatinde her yer sessizdi. Çok geçmeden arkadaşım Feride karşımdaydı, birbirimize sarıldık ve eve doğru gitmeye başladık. O yıllardır burada oturuyordu ve tam beş yıldır görüşemiyorduk.  Farklı bir mekanda yürürken yolculuğun verdiği yorgunluk olmasına rağmen çok mutluydum. Tek istediğim eve gidince akşama kadar yatıp yolculuğun acısını çıkarmaktı. Öyle de yaptım zaten.
Akşama kadar uyumuşum. Kalktığımda herkes balkondaydı. Bütün yorgunluğum geçmişti. Feride kalktığımı görünce gülümseyerek:
 -Buraya gel.
-Tamam geliyorum.
          Balkona geldim, sofra hazırlanmış benim kalkmamı bekliyorlardı. Feride'nin kızı Nur simsiyah boncuk gözleriyle gülümserken bana kıvır kıvır saçları boynundan dökülerek muhteşem bir görüntü oluşturuyordu. Feride'nin yengesi de geldiğimi duyunca gelmiş başköşeye oturmuştu. Dobra,yiğit,gözüpek,ne istediğini bilen hanımağa edasıyla sımsıcak bakışlarıyla gülümseyerek:
-Hoş geldin
-Hoş bulduk.
           İçindeki güzelliği yüzüne akseden iyi yürekli Zeliş tam karışımdaydı. Herkes benim için bu akşam buradaydı. Çok güzeldi. Demek ki gurbette bir tanıdık geldiğinde evde bayram havası esiyor. Hepsiyle sarıldık. Yemeğimizi yedikten sonra hoş sohbetler eşliğinde çayımızı yudumlarken hasret giderdik. Yazın kavurucu havasına rağmen ev çok serindi. Herkes iyi ki geldin diyordu. Ben de bu kadar sıcak karşılanacağımı doğrusu hiç düşünmemiştim. Gezeceğimiz yerleri planlamaya başlamıştık bile. İlk önce Side'ye gidilecek sonra Manavgat Şelalesinde yemek yenecekti. Sonrası ne olur bilmiyorum. Artık sabırsızlıkla sabahın olmasını bekliyordum.
Herkes gittikten sonra Feride'yle oturduk konuştuk konuştuk neredeyse sabah olacaktı,biraz uyuyalım diye yattık.  
        Penceremden güneş ışıkları sızıyordu. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum ama Feride'nin kızı Nur'un sesi geliyordu. Demek ki herkes ayaktaydı. Heyecanla yataktan fırladım. Bugünkü ilk yapacağımız şey Side’ye gitmekti. Feride ve Zeliş ellerinde birer piknik sepetiyle beni bekliyordu. Şaşkın bakışlarımın arasında gülümseyerek : -Side’ye değil Manavgat Şelalesinde kahvaltı yapmaya gidiyoruz dediler. Benim elime de bir piknik sepeti tutuşturdular.
Seherin buğusunda kısa bir yürüyüşten sonra işte Manavgat Şelalesi tam karşımdaydı. Tek kelimeyle muhteşem! Yüksekliği çok fazla olmamasına rağmen şelalenin suyu o kadar fazla ki dökülüşü ruhunuza cennetten bir esinti yaşatıyor. Etrafımız kıpır kıpır kum gibi insan kaynıyor. Bazıları şelalenin üzerinde derin olmayan yerinde yürüyorlar, bazıları oturuyor, bazıları şelalenin dökülen yerine sıçrayarak yüzüyor. Her yerde Almanca sözcükler dolaşıyor. Türkçe konuşanlar o kadar az ki.....
Feride:- Buraya çoğunlıkla Alman turistler geliyor.
Kendimi Türkiye'nin dışında başka bir memlekete gelmiş gibi hissettim.
Tam suyun döküldüğü yerin karşısında kendimize bir masa ayarlayıp Manavgat Şelalesinin muhteşem görüntüsü eşliğinde tadına doyulmaz bir kahvaltı yaptık.

Arkadaşım Feride:
- Manavgat'a inelim Gezinti Teknesiyle kanaldan tekrar gelelim.
- Tamam
 Şelaleden kalktık, Manavgat’a Tur Teknelerinin olduğu yere geldik. Yolcuları indirip bindiren biri yolcu toplamak için bağırıp çağırıyordu elinde paraları sallayarak . Fiyat çok yüksekti. Arkadaşım tek kişilik bir ücret ödedi,üçümüz de bindik.  Çok şaşırdım nasıl tek kişilik fiyata üçümüzün de bindiğine. Arkadaşım yüzümdeki şaşkınlığı anlamış olmalı ki: -Fiyatlar tutturabildiklerine dedi. Bir sürü insan biniyordu.
  Bir süre sonra hereket ettik. Bir kişi ortada konuşmalar yapıyordu. Ne dediğinin tek kelimesini anlamadım. Galiba Teknedeki tek Türk bizdik. Diğerleri kılık kıyafetiyle bile farklı olduklarını hissettiriyordu. Sanki Türkiye'nin bir şehrinde değil de yabancı bir ülkedeydik. En komiği de rehber konuşmasını bitirince arkadaşımın ona dönerek: - Konuşmalarınızın bir de Türkçe'sini alabilir miyiz ? demesiydi. Kendi ülkemizde bir de Türkçe açıklama yaptırmak zorunda kalmıştık. Tur Teknesiyle nerelere gidileceğini anlatmış. Önce küçük şelaleye oradan da büyük şelaleye gidip dönecekmişiz.
Küçük şelaleye geldiğimizde yarım saat mola verildi. Burası pek güzel değil. Yapay bir şelale oluşturulmuş. Dinlenme yeri gibi bir yer. Küçük bir havuzda balıkların yüzmesini izledik. Oturduk, etrafımıza bakındık ve biraz sıkıldık. Sonra büyük şelaleye doğru yol almaya başladık. Kanalda ilerledikçe atraftaki güzellikler ruhumuzu okşuyor, hafif hafif esen rüzgar içimizi serinletiyordu. Daha az önce zaten şelaleden ayrılmıştık ama kanal boyu tur çok güzeldi. Bir süre sonra nihayet Manavgat Şelalesi ihtişamıyla karşımızdaydı. Sanki az önce burada kahvaltı yapanlar biz değildik,sanki ilk defa büyüsüyle bizi karşılıyor gibiydi. Tekne suyun döküldüğü yere yaklaştıkça suyun melodisi kulaklarımızda uçuşuyor, içimizi sarmalıyordu. Yakından, daha yakından bakmak insanın içini ürpertse de bambaşka hayallere daldırabiliyordu. Tekne kıyıya yanaşarak durdu. Dinlenmek ve gezinmek için ikinci molasını vermişti. Manavgat Şelalesinin döküldüğü yerin üst kısmında çok derin olmayan yerlerde  ayakkabılarımızla yürüdük. Sulara tekmeler atarak birbirimize sıçrayan damlacıklar arasında çocuklar gibi eğlendikten sonra kıpır kıpır insan selinin arasından geçerek kahvaltı yaptığımız masaya oturduk. Verilen mola bitmek üzereydi. Tekrar kanalı mı fethedecektik yoksa çok yakınında olduğumuz eve mi yürüyecektik....
Feride gözleriyle Tekneye doğru ilerlemeyi işaret ederken Zeliş gülümsüyordu. Hemen yerimden fırladım ve koşarak tekneye atladım. Güle güle der gibi el sallamaya başladım. Zeliş eve dönmek istese de Feride’nin de yanıma gelmesiyle bıkkın bir halde Tekneye adımını attı. Tekne hareket etmeye başladığında hala insek mi?  der gibiydi gözleri. Ferde’yle kollarından tutarak Teknenin burnuna doğru sürükledik. Ayaklarımızı uzatarak oturduğumuzda artık üçümüzün de kahkahası kanalın sularını yarıyordu. Kol kola girerek karga sesimizle başladık türküler söylemeye. Nasıl olsa rehberimiz dışında kimsenin bizi anlamayacağını biliyorduk.Zaten herkes kendi alemine dalmış gibiydi. Adeta dünyanın en ünlü kanalında seyrengahtaydık. Biraz ilerleyince oturduğumuz yere yatark gökyüzünün maviliğinde kanalın etrafındaki yeşilin dansını izledikten sonra gözlerimizi kapatıp etrafın dinginliğini içimize çektik. Seslerin çoğalmaya başlamasıyla iniş güzergahına yaklaşmıştık artık. Zorla da olsa yattığımız yerden kalktığımızda rehberimizin anlamadığımız konuşması galiba gezimizin bittiğini haber veriyordu. Tekneden inerken Zeliş’in “ Tekrar Şelaleye gidelim mi?” sorusu gözlerimizin olanca gücüyle açılmasını sağladı. Şaşkın bakışlarımıza dayanamayan Zeliş sırıtıyordu tabiiki.
Neredeyse güneş bütün ışınlarını toplayarak başlamıştı yeryüzünden çekilmeye. Eve dönüşün sinyaliydi bu aslında. Dolmuşu beklemeye başladığımızda bir ses :
- Kızlaaaaar!....
Sesin geldiği yöne baktığımızda Feride’nin yengesinin arabadan gülümseyerek el sallayışı bize “arabaya gelin” diyordu. Dolmuşla gitmek zorunda kalmadığımız için hepimizin yüzünde güller açarak arabaya bindik.
-Bu piknik sepetleriyle Side de ne yaptınız?
-Hiç
-Her yerini gezebildiniz mi?
Hep birden:- Gezdik
Bana bakarak: -Bak buraya bir gelen yedi yıl gelir ona göre.
-İnşallah
Böyle Side’yle ilgili sorular uzayıp gidince Feride kendini tutamayarak kahkahayı bastı.
Ayşe Yenge çalışmaktan zaten yorgun düşmüştü:
-Kızlar daha fazla yormayın beni arabadan atarım aşağıya.....
Bir süre sesizce ilerledik. Eve geldiğimizde Nur bize saraylara layık bir sofra hazırlamıştı. Boncuk gözleriyle “şelale nasıldı” dediğinde Hanımağa Ayşe yengemiz kızgın bir ifadeyle “bensiz mi gittiniz kahvaltıya” diye biraz hayıflansa da biz yapmıştık yapacağımızı. Üçümüz de suçumuzu bastırmak ister gibi boynuna sarıldık. Haşin ama insanın içini yumuşatan bakışlarıyla izin gününde bizi gezdireceğini söylediğinde havalara uçtuk.
Bugün içimizden geldiği gibi çocukluğumuzdaki samimiyeti, heyecanı  yıllar sonra aynı coşkuyla yaşayabilmiştik. Hep beraber sofraya otururken içim öyle dingin,öyle huzurlu ki anlatamam.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder